Hiçbir şey için geç değildi aslında. Hem geç neydi ki? Kime göreydi? Neye göreydi? Ama alkol. Hep alkol vardı. Başlarken de biterken de. Bir yerden sonra o kadar boş geliyor ki her şey. Sen saatlerce saçmalıyorsun ve seni dinleyenler bile bıkıyor artık. Bazen sende kendinden bıkıyorsun çaktırmadan. Fark etmek kötüdür. Sonsuz sorumsuzluklarda yaşamalı insan. Zerre umurunda olmamalı. Oysa ne kadar kolaydı uyanmamak. Ne o hala buradasın? Hayat zor. Hayat komik. Hayat çok kolay. Dumanı üflemek gibi. Yediğin yemeği geğirmek gibi. Geceler boyu birbirimizi dinlemeden konuşmak gibi. Aman bana ne yahu deyip geçiştiriyorsun. Geçiştiriyor musun cidden? Yoksa fotoğraf çekilmek gibi mi her şey? ‘An’ ı yakalamak. O içinde olamadığın anı? Evet, hep alkol vardı. Anlam sağlayıcı, hayat kurtarıcı. Sevmediğin bir müziği dinlerken tempo tutman gibi. Ama dereler hep akıyor işte. Blues hala devam ediyor. Neydi bir gece mavisinde? Hüznün rengi mavi. Hey Joe diyor, sen buyurun diyorsun. Saate bakmak geliyor o an içinden. Çokta önemi varmış gibi. Sonra başını kaldırıyorsun. Dünyadan atasözleri. Ulan sizde her şeyi bilin he. Amma koymuş size de. Neden hiçbir şey değişmez ki. Bir film şeridiyse aslında tümü, arada kesilmiş sahneleriyle. Aynı kutu içindeydi hepsi. Olduğu gibi duruyordu işte. Şimdi, bunca zamandan sonra; Seattle için iftar vaktiymiş. Peeh.
Perşembe, Nisan 28, 2011
Çarşamba, Nisan 27, 2011
Üstat…
(Foto : Cem Talu)
“ İnsanoğlunun dünyadaki en önemli görevi gübre üretmektir. Bütün böcekler, ormanlar, canlılar, gübre üretmek için yaratılmıştır. Hayat ancak oradan doğuyor. Hayat gübreden doğuyor.”
“ Bütün her şey felsefe için çalışır. Filozof denen adama malzeme yapmak için. Bütün insanlık, politikacılar, devletler, Cumhurbaşkanları bir filozofun diyeceği lafın ne olacağını ayarlamak için vardır. Din felsefenin bir bacağıdır. Dünyadaki en son lafı filozof söyler. Gerisi de palavradır.”
“ Yaşlandıkça küfretme özelliğim ön plana çıkıyor. Ferahlatıyor beni. Giderayak herkese küfür edeyim diyorum.”
Ara Güler
Perşembe, Nisan 21, 2011
Artık yok.
Kalbi kırılmış bir çocuk vardı,
İstediğini söyleyemeyen,
Derdini anlatamayan.
Dolanır dururdu, sabırsızca.
Korkardı, biri ona kızınca.
Çekinirdi, insanlara bakmaya.
Meraklıydı da her şeye ama,
Kendiydi dünyası.
Kalbi kırılmış bir çocuk vardı,
Ağlayamayan..
Çekingen, içine kapanık.
Zihni bulanık.
Dile getiremezdi arzusunu,
O zaman olmaz belki diye.
Gidemezdi üstüne korkularının,
Yenilirim diye.
Kalbi kırılmış bir çocuk vardı,
Sessiz, sakin.
Hiç huzurlu olamamıştı oysa ki.
Yorulmuştu, yorgundu.
Hayatı kitaplardan okurdu,
Gerçeğe benzemediğini düşünerek.
Hep merak etmişti sevmeyi,
Hayatını hep erteleyerek.
Kalbi kırılmış bir çocuk vardı,
Gülmeye çalışıyordu çaresiz,
Anlamaya çalışıyordu,
Hiç ait olamayacağı dünyada.
Olmaması gereken yerde olmuştu hep,
Ya da tam olması gereken yerde.
Bilemedi hiçbir zaman,
Bilemeyecekte.
Kalbi kırılmış bir çocuk vardı,
Bilmemesi gerekeni bilmişti,
Görmemesi gerekeni görmüştü.
Şimdi o çocuk, artık yok…
Ooof… Offf…
İçimde bir fırtına kopuyor ki.
Öyle böyle bir fırtına değil hem de.
Ama ne senin duyabileceğin kadar gürültülü.
Nede benim görmezden gelebileceğim kadar sakin.
Kadim bir dost
Bugün uzun bir süredir görüşemediğim Şeref abim aradı, görüştük. Ufak çaplı bir hasret gidermeden sonra hayatımı ve gidişatını sordu bana. Anlattım, dinledi, yorumlar yaptı yine, her zaman ki Şeref abi bakış açısıyla. Şimdi oturup bunları sindirmem lazım önce. DÜşüncelerini, tecrübelerini ve yazdıklarını neden yayınlamadığını sordum tekrar. Yardımcı olursam yayınlayacağını söyledi bu sefer. Peki dedim bende heyecanla, olayım dedim. Yani, yakın zamanlarda Şeref abinin de bir sayfası olacak. Güzel haber doğrusu. Çok sevindim. Güzel…
Çarşamba, Nisan 20, 2011
Affedilmeyen…
Yağmur yağıyordu. Vücudunda ıslanmadık bir yer kalmamıştı ama hiçte umurunda değildi. Koşuyordu bütün gücüyle ve tek düşündüğü de buydu. Islanmamak için sağda solda bulabildikleri çatının altına giren insanların şaşkın bakışlarını görmüyordu bile. Koşuyor ve koştukça damlalar daha yere düşmeden onlara çarpıyordu. Hava iyice bozmuştu. Binaların borularından sular fışkırıyor ve her yer göl olmuştu. Aldırmadı. Etrafında ne olduğunu bile görmüyordu aslında. Bastığı yeri de hissetmemeye başlamıştı bir süre sonra. Nereye ya da neden koştuğunu bilmiyordu. Sadece devam ediyordu. Yeri göğü inleten gök gürültüsünü artık bir uğultu olarak duymaya başlamıştı. Koştu, kasları yanıncaya kadar koştu. Kulaklarında deli gibi çarpan kalp atışının sesinden başka bir şey kalmamıştı. Tükenmeye başlamıştı artık. Vücudunun giderek ağırlaşmaya başladığını hissetti. Bacakları onu daha fazla ileri itemiyordu. Görüntüler netleşmeye başlamıştı çünkü yavaşlıyordu. Suyun değişen renginden toprak bir alana geldiğini anladı. Birden yere kapaklandı. Bacaklarını artık hissetmiyordu. Birkaç saniye sonra yerdeki çamurdan önce yüzünü çıkarabildi. Nefes nefese kalmıştı. Ciğerleri artık patlayacak kadar zorluyordu kendini. Sonrada sol elini çamura gömerek doğrulmaya çalıştı. Başaramadı. Tekrar çamurun içine gömüldü. Umutsuzluğa kapıldı ve bir an kalkamayacağını düşündü. Bir daha denedi. Biraz doğrulmayı başardı bu sefer. O kadar çok yağıyordu ki yağmur, yüzündeki ve ellerindeki tüm çamur bir çırpıda akıp gitti. Hissetmediği belden aşağısının üzerinde doğrulmaya çalıştı. Diz çökmeyi becerebildi sonunda. Çaresizce ayağa kalkmaya çalışıyordu. Yapamadı. Pes etti sonunda. Oysa güçlü olmalıydı o hep. Gücünü kaybetmekten korkmuştu ömrü boyunca. Nefret etmişti çaresiz kalmaktan. Artık bunları düşünemiyordu bile. Her şeyini bir kenara bırakmıştı. Kabullenmişti durumunu. Önce omuzları düştü. Sadece nefes almaya çalışıyordu, gözyaşlarına karışan sular ağzına ve burnuna girerken. Gözlerini kapadı ve karanlık göğe doğru kaldırdı başını. Avazı çıktığı kadar bağırmak istedi ama yapamadı. Nefesini yetiremiyordu bir türlü. Yıllardır koşmuş gibi hissetti kendini. Belki de yıllardır koşuyordu. Kaçıyordu sürekli hayatından. Kendini toparladı biraz. Gözlerini açtı ve kollarını yanlara doğru kaldırdı. Vücudundan çokça buhar çıkıyordu. “Neden!” diye bağırdı sesi çıkabildiğince. İsyan etmek istiyordu ancak neye isyan edeceğini bilemiyordu. Kafasından milyonlarca düşünce geçti o an. Yılmıştı. Yıldırmışlardı. Başını yere indirdi tükenerek ve etrafına baktı. Her yer mermerle doluydu. Şimşek çaktıkça aydınlanıyordu ortalık bir saniyeliğine. Eski bir mezarlıkta olduğunu anladı. Şaşırdı. Nerede olduğunu bilemedi. Merak ettiğinden değil de daha önce hiç görmediği bir yerdeydi. Alışmaya çalışıyor gibiydi. Etrafa bakınıp durdu. Bir şimşek daha çaktı. Donup kalmıştı adeta. Görmüştü nedenini. Önce bakışları kilitlendi, sonrada nefes alıp vermesi durdu. Kalbini duymuyordu artık. Yağmuru hissetmiyordu yüzünde. Görüşü buğulanıp kararmaya başladı. Soğuk bir rüzgar hissetti ve yüzü koyun yere doğru düşmeye başladı. “Artık özgürüm.” diye düşündü son anlarında. Yere yığıldığında yüzünde bakınca anlaşılması çok zor bir tebessüm çabası vardı. Mermerde kendi adı yazıyordu…
Salı, Nisan 19, 2011
Hayat ne garip…
Kimi zaman litrelerce içip sarhoş olamazken, bazen bir kadeh viskinin neler yapabileceğine inanamazsınız…