Salı, Ağustos 16, 2011

yine..

Çok acı aslında ama, her şey ne kadar farklı ve ne kadar da aynı.

Öyle işte…

Pulp


   İçerdekiler gazetelerini okumaya devam ettiler. Asansör aşağı indi.
   Ben de merdivenlerden inmeye başladım. 15 kilo fazlam vardı. Ama bu kilolardan kurtulmak gibi bir niyetim yoktu.
   Zemin kata geldiğimde tam 176 basamak saymıştım. Dışarı çıkıp, kapının hemen yanındaki dükkandan bir paket puro ve günlük at yarışı rehberini satın aldım. Bu arada asansörün zemin kata indiğini duydum.
   Los Angeles’ın dumanlı havası içinde yürümeye başladım. Gözlerim maviydi, ayakkabılarım eskimişti ve hiç kimse beni sevmiyordu.Ama yapmam gereken işler vardı.
   Ben Nicky Belane’dim, özel dedektif.

   Telefonu kapattım. Hayat ne kadar boktandı. Ayakta durabilmek için bile korkunç bir mücadele vermem gerekiyordu. İnsanlar mücadele etmek ve ölmek için doğuyorlardı.

   Turf Club’ın önünden geçerken içeriye şöyle bir baktım. Yalnızca birkaç tane zengin kılıklı moruk vardı içerde. O kadar parayı nasıl kazanmışlardı acaba? Hem de benim gibiler bu kadar parasızken! Neydi bütün bunların anlamı? Yaşamımız boyunca beş kuruşsuz sürünüp, birgün yine beş kuruşsuz geberip gidiyorduk. Hayat, insanı yıpratan bir oyundu. Sabah uyanıp ayağa kalkabilmek bile bir tür başarı sayılmalıydı bu hayat koşullarında.

   Banyonun penceresinden başımı uzatıp çevreye şöyle bir bakındım. Yandaki binanın çatısında kocaman bir kedi boku vardı. Dışarı bakmaktan vazgeçip diş fırçamı aldım. Diş macununu öyle bir sıktım ki, başparmağım kadar bir parça fırçanın üzerinden taşıp lavaboya düştü. Rengi yeşildi. Yeşil bir kurt gibi görünüyordu gözüme. Yeşil kurdu parmağımla tekrar fırçanın üzerine yerleştirip dişlerimi fırçalamaya başladım. Ne allahın belası şeydi şu dişler. Yemek yemek zorundaydık. Hiç durmadan yeniden yemek. Böylesine basit ve pis bir işe mahkum edilmiş iğrenç yaratıklardık hepimiz. Hayatımız yemek yemek, osurmak, kaşınmak, gülümsemek ve zaman zaman da tatil yapmaktan ibaretti.
   Dişlerimi fırçalamayı bitirip yatağa geri döndüm. Öğleye kadar yataktan çıkmamaya karar verdim. Belki o zamana kadar dünyanın yarısı yok olup giderdi ve hayata tahammül etmek yarı yarıya kolaylaşırdı. Belki öğleyin kalkınca kendimi daha iyi, daha yakışıklı hissederdim… bir keresinde günlerce büyük tuvaletini hiç yapmayan birisiyle tanışmıştım. Boklar adamın göbeğinden çıkıp ortalığa saçılmıştı.
   Birden telefon çalmaya başladı. Sabahları hiçbir telefona cevap vermem. Beş kere çaldıktan sonra sustu zaten. İşte kendimle başbaşaydım tekrar. Kendimi her ne kadar iğrenç hissetsem de, böyle bir durumda yalnız olmak, başkalarıyla birlikte olup onların seviyesiz davranışlarına ve ucuz üçkağıtlarına tahammül etmekten kat kat daha iyidir. Battaniyeyi kulağıma kadar çekip, kendimle başbaşa beklemeye başladım.

   Odadaki herkes bekleşip duruyorduk. Bu psikolog olacak adam, beklemenin insanların kafayı yeme sebeplerinden biri olduğunu bilmiyor muydu? Aslına bakarsan bütün insanların hayatı beklemekle geçiyordu. İstedikleri bir şeyin gerçekleşmesini ya da birgün geberip gitmeyi bekleyip duruyorlardı. Marketten tuvalet kağıdı satın almak için kuyrukta bekliyorlardı. Bankadan para çekmek için kuyrukta bekliyorlardı. Ve eğer paraları yoksa, daha uzun kuyruklarda beklemeleri gerekiyordu. Önce uykunun gelmesi için, sonra da uyanmak için bekliyordun. Önce evlenmek için, sonra da boşanabilmek için bekliyordun. Yemek yemek için bekliyordun, sonra tekrar yemek için yeniden bekliyordun. Bazen de bir sürü delinin arasında “ Acaba ben de mi onlardan biriyim?” diye merak ederek bir psikoloğun muayenehanesinde bekliyordun.

… Cevaplamam gereken o kadar çok soru vardı ki. Her sabah yataktan kalkınca bilinmezlerle dolu bütün evrenin ağırlığını üzerimde hissediyordum. Belki bir striptiz barına gidip kadınların küloduna para sıkıştırarak herşeyi unutmaya çalışmalıydım. Belki de bir boks maçına gidip birbirini ölesiye döven iki gerizekalıyı seyrederek rahatlamaya çalışmalıydım.
   Fakat sıkıntı ve acı insanı hayatta tutan şeylerdi aslında. Daha doğrusu, sıkıntı ve acıdan uzak durma çabamız bizi hayatta tutuyordu. 24 saat çabalamayı gerektiren çok zor bir işti bu. Hatta uyurken bile sizi rahat bırakmayan bir uğraş.

   Çekmecemdeki votkadan kocaman bir yudum aldım. Kulaklarım dikildi ve kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Beynimin daha hızlı çalışmaya başladığını hissediyorum. Henüz ölmemiştim, yalnızca hızlı bir çürüme içindeydim. Kim değildi ki allah aşkına? Hepimiz aynı dibi delik teknede kendimizi eğlendirmeye çalışıyorduk.

   Artık hiç kimse hoşça kal demiyordu. Hiç kimse! Bakışlarımı votkaya diktim. Bir yudum daha götürdüm.

   Problemlerini çözebilenler, yeteri kararlılığı gösterebilen ve biraz da şanslı olanların arasından çıkıyordu genellikle. Yeterince sabır ve kararlılık gösterebilirseniz, şans eninde sonunda yüzünüze gülüyordu. Fakat insanların çoğu, yeterince bekleyecek sabrı gösteremediklerinden, hemen vazgeçerek kendilerini mutsuzluğa mahkum ediyorlardı.

   Ama işe yaramadı. Dünyadaki herkes boku yemiş durumdaydı aslında. Yaptığı işten karlı çıkan hiç kimse yoktu. Yalnızca kazanç yanılsamaları vardı insanların elinde. Hiçbir şey elde edemeyeceğimizi bile bile bir yerlere koşturup duruyorduk. Günden güne hayatta kalmayı başarmak biricik amaç haline geliyordu.

   Neden düzenli olarak maça giden sıradan bir insan olamadım ben? Neden güzel sahanda yumurta yapmaktan başka derdi olmayan bir adam olamadım? Neden insanların kolunda miskin miskin gezinen bir sinek olmadım? Veya neden kümesin önündeki toprağı eşeleyen bir horoz olamadım? Neden bütün bunlar?

   Kuşkusuz sokakta yaşayanların arasında da çok iyi insanlar vardı. Ve onlar zavallı falan değillerdi, yalnızca sistemin dişlileri arasındaki yerlerini almamışlardı. Ortada çok iyi kurulmuş bir tuzak vardı aslında. Belirli bir yaşam standardını tutturmanın bedeli, sistemin önüne çizdiği sınırların arasında sıkışıp kalmaktan geçiyordu. Sınırları reddederek özgür yaşayan, ama yine de başını sokacak bir ev bulabilenlerin sisteme karşı önemli bir zafer kazandıklarını rahatlıkla söyleyebilirdim. Kendimi şanslı sayabilirdim, ama kuşkusuz düşünmeden hiçbir adım atmamamın rolüde vardı bunda. Herşeye rağmen dünya boktan bir yerdi, ve insanların çoğunun içinde bulunduğu durum bana hüzün veriyordu.

   Genellikle yaşamın en güzel bölümleri hemen hiçbir şey yapmadığınız anlardır. Vaktinizi tümüyle ense yaparak geçirirsiniz. Herşeyin anlamsız olduğunu farkettiğiniz zaman, bunun ayırımına varmış olmanız yaşamınızı anlamsız olmaktan kurtarır aslında. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Benimkisi iyimser bir kötümserlik.

Charles Bukowski 

Salı, Ağustos 09, 2011

Hayat

  

   Hayat bir satranç oyunu gibidir. Nasıl ki tahtada birbirini kollayan taşların çokluğu gücünüzü artırıyorsa, yaşamınızda da dostlarınızı ne kadar kollarsanız o kadar sağlam ve güçlü olursunuz.

Cuma, Ağustos 05, 2011

Uzak

   Gayet aklıbaşında görünüyor, insanlarla konuşuyordu; herşeyi ötekilerin yaptığı gibi yapıyordu, ama içinde iğrenç bir boşluk vardı, artık hiçbir kaygı duymuyordu, hiçbir arzu; varoluşu zorunlu bir yüktü ona. - - öylesine yaşayıp gitti. (lenz – georg Büchner)
...
   Özlem, kendini özlemendir temelde, tabii ki : kendinin kendinde yinelenmesini istemen – ancak kendin sayabileceğin ötekinin, gelip, kendin olması…
   Özlem, kendinin mteki olmasını istemendir – bir o kadar da, ötekinin kendin olmasını istemen…
   Özlem, ötekini kendine istemektir – kendini de ötekine…
Edip Cansever’in dediği gibi : Özlem ki tutkunluktur bir başkasının özlemine.
   Özlemek, özlenmek istemektir.

   Özlem için temel ölçülerden biri, özleyen ile özlenen arasındaki uzaklıktır : tabii ki, bu uzaklık fiziksel olarak ne kadar büyükse, özlem de o kadar büyük olur; ama, gene de, garip bir ilişki, özlenen özleyene uzamsal olarak çok yakın, ama, o anda, fiili olarak (zamanda) ulaşılamaz olduğunda oluşur – özlem, sanki, genleşir, çeperlerini patlatayazar…
   Özlemin yakınlığıdır, asıl, çekilmez olan – uzakken neyse ne de; yakınken, çekilmez…

   Özlem, boş avuntuyu reddeden bilinçtir : ayrılışın acısını, ılımlandırmaya çalışmadan, olduğu gibi yüklenen bilinç – ne kendini aldatmaya ne başka birşeyle acısını hafifletmeye; ‘teselli’ye yönelir : olduğu gibi kabullenir acıyı – özlenen gitmiştir; şu anda, yoktur; yarın da ne olacağı belirsizdir – pekala, öyle olsun!...

   Bir mum yaktığında, bir süreç başlatırsın – ama yürüyüşü senin elinde olmayan bir süreçtir bu; artık, kendi oluşma biçimini izleyecek, senin elinde olmadan da, zaman içinde, varması gereken noktaya varacaktır.
   Mum önce , bir noktaya kadar, kendi doluluğu içinde, güçlü güçlü yanar; ama yanışında belirli dengesizlikler oluşunca (ki kaçınılmazca oluşur bunlar), çeperini delip, eriyik maddesini dışarı akıtıp, fitilini yakıp küçülterek, söneyazar – önlem düşünürsün : alır, kenarlarını düzeltir, bir madeni kutunun kabını ters çevirip, içine koyarsın – ama, boşunadır bu da : çünkü kendi süreci içinde oluşturduğu dengesizlikler sürmektedir – çeperleri tam düz değildir; içine koyduğun kabın belli bir eğimi vardır – gene, akar dışarı, eriyik madde : kabın içinde yayılır; kap ısınır; dibine varmış fitil, artık, her türlü biçimi yitirmiş maddenin son kalıntıları içinde, ucu ucuna, yanıyordur – sönmesi yakın ve kaçınılmazdır.
   Şimdi yapabileceğin tek şey, kap içinde kalmış eriyik maddeyi bir kenarında biraraya getirip, muma benzer bir biçime sokarak, dibine dayanmış fitile biraz daha süre tanımaktır – ama artık bilerek : mumun sönecektir.
Oruç Aruoba’dan